29 Kasım 2009 Pazar

köydeymişim


istanbul da değil.
bir batı anadolu köyünde.
bir köy evinde
ıhlamur kaynattım bugün.
ahşap köy evin, dağlara bakan balkonunun,
tahta trabzanına tutunup bir sigara yaktım.
bir elimde ıhlamur bir elimde sigara
nasıl yağmur yağıyor...
şakır şakır...
içimde atlet, kazak,
üstümde hırka, şal,
ayağımda çorap, patik
nasıl yağmur yağıyor...
şakır şakır...
izmaritimi saksı dibinde söndürüp
su giderinin yanına bıraktım.
yüzümü ellerimle ovuşturdum iyice
bir kere iki kere üç kere...
lastik tokamı çıkarıp saçlarımı açtım.
lastik tokayı dişlerime takıp
saçlarımı topladım.
dökülen saç tellerini
trabzandan kayasıya yere attım.
burnumu kuvvetlice çekip,
içeri girdim.
ıhlamurun altını kapatıp
uzakta, çok uzakta batı anadoluda
bir kerevet üzeri,
yağmur bitesiye uykulara daldım.
üç çeyrek sonrası yattığım yerden doğrulup,
etrafıma baktım:
''yağmur dinmiş,rüya değilmiş,köydeymişim'' dedim.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Çam Ağacı

iki gün önce tek başıma ilk çam ağacımı kurdum. doksan santimlik dev bir çam ağacı bu. kırmızı parlak toplar, lame rengi kar taneleri, gri keçe yıldızlar, parlak meşepalamutları aldım. hepsini tek tek ben iliştirdim. Çam ağaçları aralık ayının olmazsa olmazıdır benim için. ilk defa yılbaşında yurtdışında olacağım. mutsuz değilim bunun için. bazen yalnızken mutsuzmuşum taklidi yapıyorum çünkü insanlar öyle olmasını istiyor. ama öyle değil. bu şehri sanki ben keşfetmişim, ilk ayak basan benmişim gibi hissediyorum bazen. sokaklar benimmiş gibi.seviyorum ben Fransa'yı da bu gözü körolasıca fransızları da. biliyorum onlar da beni seviyorlar. konuştuğum dili seviyorum. mağazaları gezmeyi, yürümeyi, ders çalışmayı...kitaplarımı seviyorum. okuduğum bölümü çok seviyorum. bayılıyorum hukuku fransızca görmeye. bazen amfide durup etrafıma bakıyorum. görüyorumki ben de onlarla aynı şekilde anlıyorum ve ben oradayım.bunun için çok çaba sarfettim. iyiki de bütün bunlar böyle.kampüste gezerken hocalarla karşılaşmayı seviyorum, onlara merhaba demeyi.herşey yolunda aslında. çam ağacı gibi güzel be herşey.

düşmanlarımı da öğrendim ben. kimin bana zarar vereceğini biliyorum. onları kendimden uzaklaştırmıyorum çünkü en yakınlarım bana en çok zarar verenler. ama değer yargılarım değişti. yalancıyı yalancı, nankörü nankör belliyorum. bunu aklımın bir köşesine yazıp suratlarına gülerek bakarken aklımdan geçiyorum kim olduklarını. minnet duyduğum insanlar da var hayatta. onları da aklımın bir köşesine yazdım. sonsuz hoşgörü kredisi sunuyorum onlara.

kitaplarımı seviyorum. satın aldığım birer kiloluk hukuk kitaplarımı. okumayı seviyorum. sinemaya gitmeyi, tiyatroyu gitmeyi. bunları yapıyorum ben. içmeyi de seviyorum. tek başıma bir şişe şarap içmeyi ve yanında bir paket sigara katık etmeyi bir günlüğüne de olsa.

çok fazla dileklerim yok hayata dair. anladım ki herşey bizim elimizde dünya döndüğü sürece. felaketler başımıza gelmezse tabii. felaketler en çok insanlardan geliyor. pek fazla insanlarla muhatap olmamak lazım bu hayatta. kibarlığı da elden bırakmamak gerek tabii. kibarlık çok önemlidir. hatır sormak, bir telefon etmek en önemli şeydir. yaparım bunu istiyerek.

uzun vadeli hayaller kurmamak lazım. kimselere bel bağlamamalı insan. erkeklere güvenmemek lazım. ay gibi değişkendir erkekler çünkü. lünatik delilerdir erkekler. sakınmak gerek. bir de onlara kötü davranmak gerek. bırakın paralansınlar.

hayat çam ağacı gibi bir şey aslında. süslersin. yaparsın birşeyler. koyarsın bir köşeye, insanlar çam ağaçları gibidir. dururlar bir köşede. en çok ben şunu yaptım diyen, aslında bir çam ağacı gibi toprağa çakılıdır. yerinden bir milim oynayamaz. siz her geçişinizde o çam ağacını görürsünüz. kimse bir yerlere gidemez. gitmez kimse. bir köşede muhakkak dururlar.bu dünyanın uzağı yok. dünya her yerde yakın. insanlar her yerde. her sokaktan çıkıverirler. elvedalar toprağın altına girildiğinde var olur. yoksa insanlar uzaklaşamaz.

21 Kasım 2009 Cumartesi


İstanbul’undan uzakta olan her insan gibi ben de istanbul’umu düşlüyorum. Üstelik bu yaz bir hayalimi de gerçekleştirdim. Melike Demirağ’ın şarkısında söylediği gibi tekne de balık ekmek yemek fantezisi…Eminönü’ne pasaportumu yenilettirdikten sonra gitmiştim.Vatan caddesinden bir otobüse binip eminönüne geldim. Savrulan bir tekne gördüm kıyıda,yeşil koskoca denizde. Etrafında insanlar, kediler, sigara içenler…ben de 4 lira verip bir balık ekmek aldım. Bir tabure çektim altıma.tek başıma bir balık ekmek yedim. O kadar mutluydum ki. Soğan dilimleri ve bir kılçığıyla ne kadar da güzeldi o şey. O deniz ne kadar büyük ve bereketliydi…hepimize yeterdi.herkese bir balık, her balığa bir nefes vardı denizimizde. Ekmek de balık da bizimdi. Bizimdi o koskoca boğaz.kimselerin olamazdı bizden başka.çarşılar ne kadar güzeldi. Gerçekten de vardı o güvercinler.şu videokliplerde gördüklerimiz, Ara Güler’in güvercinlerinden…grili beyazlı kuşlar…kanat çırpan kuşlar, gökyüzüne bir yükselip bir yere alçalan kuşlar…simitçiler her yanda, o sıcak günde su satan büfeler, sigarayı ta içlerine çeken yorgun erkekler. Yorgun bakışlı türk insanları vardı. Sıcaktan mahvolmuş vücutlar…şimdi ne de soğuktur o meydan. Eldivenli eller dokunuyordur otobüslere, otobüsler dolup taşıyordur çalışan insanlarla, insanlar bereli, insanlar çalışkan, insanlar parasız ve insanlar bir bayram telaşında. Bütün borçlara rağmen bir bayram var haftaya. Soğuk ve sisli İstanbul da gelecek hafta bir bayram…tam üç yıl oluyor ben bir kurban bayramı görmeyeli. Oysa Eminönü her mevsim İstanbul da. Her mevsim insanlarla, çalışkan , düşünceli türk insanlarıyla…ne de görünmez şimdi sisin altında boğaz köprüsü.arabalar geçer bayramda içleri dolup taşan. Önde iki, arkada üç kişi gidilir bir bayram gezmesine. Çocuklar için bir heyecan günüdür bugün. Ne de büyük olaydır şu bayram, insanın kalbi yerinden çıkacak gibi olur. Kızların saçları sıkı sıkı toplanır yeni lastik tokalarla. Biraz baş ağrıtır o tokalar ama akşama kadar dayanır çocuk. Kurban bayramları kışın olur. Bazen yılbaşına denk gelir. Kurban bayramları’nda istanbul’daki evler kavurma kokar. Akşamları damaklar rakıyla serinletilir dans edildiğinde. Şerbetli tatlılar yenir yemekten sonra ve üzerine çay içilir en kırmızısından. Gençler balkonda gülüşerek sigara içerler. Geceleri ne kadar hareketli olur İstanbul bayramlarda. İnsanlar ekseriye güler. Bir duble rakıda ne de bol kahkaha vardır. Ve türk sanat müziği ne de derinden yaralar kalbimizi… kimler hatırlanmaz ki bir bayram gününde? Bütün kaybettiklerimiz anılır. Bütün terk ettiklerimiz ve de ayrı kaldıklarımız.
Bir istanbul’lu ya en büyük ceza onu istanbul’dan ayrı bırakmaktır. Benim istanbul’da taksimde bir tahta tepside bir tekila şat yapılır elde yarım limonla. Bir kadeh böğürtlen şarabı içilir Gönül Sokak’ta. Bir Arjantin birası içilir Mis Sokak’ta dostlarla, lise arkadaşlarıyla. Yürünür paltolarla galatasaray’a doğru. Sonra bir durulup karar verilir. Asmalı mescit te oturulur zaman durdurulup. Gece olduğu unutulur, karşıya geçmek gerektiği ve dolmuşun 5,5 lira olduğu. İstanbul çok güzeldir. Bir de kar yağdığında daha da güzelleşir.soğukta otobüse binmek, yolları izlemek, eve varınca çay içmek…
Cihangir’i hayal etmek buradan, onu ilahi kılar. Cihangir’in yokuşları güle oynaya çıkılır topuklularla. Bahçelerinde şarap içilir, sırnaşık kediler doyurulur. Tekrar tekrar gidilmek istenir Cihangir’e. Okula gidilir hiç çaresiz. Hiç çaresiz içinde buluverir insan kendini. Bir mağbet gibidir okul, bir genkızlık hatırası bizim için. Bir küçük merhabadır yapılan ve dışarı umutla çıkmaktır bu bir hayat adanılan okuldan…füniküleri hiç unutmamak gerekir, size bakan çalışkan insan gözlerini de.fünikülerden çıkıldığında güzel set üstü görülür. Güzel Üsküdar, güzel üsküdar’ın motorları görünür. Motorlara binmek için içinden geçilen küçük tahta evden geçilir, bir akbil sesiyle geçiş tamamlanır. Güzel günün sonunda binilir motora. Paltolu insanlarla bakışılır, sonra da denize bakıp düşüncelere dalınır. Denizdeki renkler değişir ekseriye, bir yeşil, bir mavi, bir siyah…Üsküdar da inilir Beşiktaş motorundan. Üsküdar da şaşkın bakışlarla izlenir insanlar. Allah ını saçlarında arayan insanlar görülür. Bir simit alınıp minibüse binilir sonra da ataşehir’e gelinir. Kendini zorla sevdirmiş eve gelinir. Zorla sevilmiş caddelerinde yürünür ve kapı zili çalınır. Orada İstanbul biter bir başka şehir başlar…
Ben şimdi bu annattıklarımdan çok uzaktayım, çok denizler, güzel pyrénées dağlar, güzel Katalan tarlalar ötesindeyim.bu bir düş, bu bir İstanbul güzellemesi.istanbul beni biraz daha bekler. Ben de onu. Mesela sadece İstanbul u terk edebilecek İstanbullu larımda,benim çok yaşamış İstanbul um da.


Merve Arcasoy

15 Kasım 2009 Pazar

nefesiniz size kalsın

Bugün başka günlerden farklı.bugün başka bir şey yazmak istiyorum.
Etrafımızı saran şu beyaz ve krem renkli duvarlar- renkli duvarlara hergün baktığınızda renklerini görmezsiniz-içinde kurduğumuz dünyalarda bizi belki de en çok mutlu eden şey hakkında. Başarı falan değil, kimilerimizin bu umurunda bile değil başarı. Bu, kadın -erkek,erkek-erkek ilişkileri hakkında.başka bir alternatif sunamıyorum, zira başka bir alternatif etrafımda hiç ceryan etmedi.evet , dediğim gibi ilişkiler.ilişkiler üzerine biraz düşünmek istiyorum.çünkü belki de bu benim tamamiyle dışında kaldığım bir konu resmi olarak.resmi olarak bir ilişki içerisinde olmayışım.in a relationship dedikleri şu yüce çemberin dışında kaldığım doğru. Peki neden? Hayır bu soruyu sormuyorum.gereksiz. ne kadar zor yazması. Nasıl bayat geliyor bu, bana ve de ne kadar manasız. İçi boş bir kutu. Çöpe atsanız daha iyi. Çünkü etrafım bunu öylesine sıradan, alışılagelmiş hale getiriyor ki bu benim burnuma küflü ekmek kokusunu getiriyor. Yeşil, mavi ve gri renklerde bir küflü ekmek kokusu ta burnumda. Facebook a konulan resimler, alınan Amerikan markalı giysiler, paylaşılan sıradan Türkçe pop müzik şarkıları, arkadaşlarla yapılan internet sayfaları üzeri yorum savaşları…ah küf kokuyor. Oysa benim anladığım ışın ötesi kadar uzak, rengini dile getiremediğim kadar çok renkli, ilişkilerden anladığım ve öylesine zor, aynı zamanda da basit bir etkileşim. İlişkiler sandığınız gibi sadece genç insanları içermez. ilişkiler genç ve yaşlıları da içerir. Sadece yaşlıları içerenlerse bana biraz uzak, o konuya giremem. Sandığınız gibi konser çocukları arasında yaşanmaz ilişkiler. İlişkiler kitaplar arasında, pencere önünde, bir market poşetinde yani günlük ve tekrarlanan her akt da yaşanır. Onu umursamazsınız, onları umursadığınız anda göze çarparlar. Yani otobüse bindiğinizde birkaç koltuk ötesinde size karşı oturan kişiyle bir ilişki içerisindesiniz eğer belirli saatlerde aynı numaralı otobüse biniyorsanız. Markette çalışan görevli sizi tanıyorsa, adınızı bilmeksizin merhaba diyorsanız alışkanlık gereği, bu da bir ilişkidir önemsenmeyen. İlişkiler kontörlere levhalaştırılmış konuşmalar ve gülüşmeler, hatta adet yerini bulsun diye yapılmış cilveli tartışmalardan oluşmaz sadece. Bunlar bilindik ilişkilerdir. Bilindik olmayansa senede 3 kere mailleştiğiniz ve her mail attığınızda cevap aldığınız iletişimlerdir. Ya da bir kış günü aylardan sonra cihangir de bir kadeh şarap içip, kaldığınız yerden devam etmektir 6 ay önceki sohbete. Sevişmekse saniyelere bakar. İstanbul gerçeğinde biraz daha komplikedir bu. Komplike kelimesi ne kadar da yerinde çünkü bu ne zor ne anlaşılmaz, bu komplike. Sevişmekse ilişkilerin ne kadar da dışındadır İstanbul da. Hakkını veremeyenlerle doludur, yakınından geçmeyenlerle ve de kıvranan yanlış yöntemlerle.

Ve insanlar sıkıldığında, başka yollar ararlar, başka ilişkiler. Erkekler kadınlarla anlaşamamaya başlar. iş arkadaşları onları nasıl da dinliyordur. Nasıldır acaba öpüşmek Mehmet’le sorusu beyinlere 6 saniye de bir geliverir. Bu Ayşe’nin göğüsleri sutyenin gösterdiği kadar mıdır sorusunun dışında bir sorudur. Dikkat edin, bu mehmet’i düşünmektir. Bu onun üzerindeki gömleği beğenmek değildir. Bu onu hayal etmektir ve bunu kendine bile söyleyememektir. Neden bu kadar da komplike bütün bunlar? Bu sorunun cevabını ben bulacak değilim, yakınından geçemem, yanıt bulmanın bu soruya. Bu sorunun cevabı arkadaşsız olmakta bana göre. Arkadaşlarla iletişim kuramamakta. Haftasonu mehmet’ e mahkum olmakta. Ayşe nin göğüslerine katlanmakta. Bu evlilik müessesine bağlılıktan ve de özgür cinsellik eksikliğinden. Bu konuşamamaktan ve de kendini ifade edememekten. Dolayısıyla da okumamaktan, okunmadığı için de okumayı unutmaktan. Ve okunanları hiç yazmamaktan… Bu şekilde bir döngü bu bana göre.bu gri girdap sizi internet sayfalarına, yazım yanlışlı iletilere itiyor, düşürüyor. Kendisi için bir şeyler yapmayan, adeta balina sürüleri halinde yaşayan insanların durumu. Kendini tanımayan, kendini düşünmeyen insanların içinde bulunduğu bir girdap bu. Bir de bu girdabın içinde olduğunu fark edenler var. fark edip içinden çıkmaya çabalamayanlar grubu mevcut bir de. Alışkanlıklarından vazgeçemeyen, korkularıyla yüzleşemeyenlerin durumudur bu. Evlenememekten korkan, başka birini bulamamaktan kokan kızın, seks yapamayacağını düşünen erkeğin, ücretsiz sex partneri bulamayacağını düşünen erkeğin düşüncesidir bu. ya da hiç onsuz kalmadığı için bu koca dünyada, ne yapacağını bilemeyen kişinin durumudur. Tek başına hiç alışveriş yapmamış, hiç sinemaya gitmemiş, kendi sevdiği dondurmanın hangisi olduğunu unutmuş kişidir bu. Ya da hiç soluk almaksızın, kendini başka birinin kollarına atan kişidir. Parmaklarında yüzük taşıma zorunluluğu hisseden insanlar risk alamaz. Yalnız ilişkiler kurmanın tadına varamaz. Birini düşünmenin o iğrenç hissini tatmaktan kaçan insanlardır bunlar. Bırakın biraz yorulsun beyniniz hayal kurmaktan. Oldu bittilerden ne kazandınız? Sorumluluklarınız ne kazandırdı size? İlişki yaşayabilmektir kendini öldürmeden.biri yaşayacak diye ona tüm nefesinizi vermek ise intihar etmektir. Pencerenin önündeki menekşenize bir karbondioksit verdiğinizde hem siz hem de çiçeğiniz nefes alır. Bırakın nefesiniz size kalsın yani bize. İlişki içine girdiğiniz bütün güzel saniyelik insanlara.
MERVE ARCASOY

9 Kasım 2009 Pazartesi

10.11.09

Bugün 10 kasım 2009
Hiç Atatürk şiiri yazmadım.
Bir kere cumhuriyet bayramı için bir şiir yazmıştım
Onu da lise hocalarım değiştirmişlerdi, olmazdı ya hicvetmek.
Şimdi sabah kalkmak istedim.
Bir forma giymek istedim en Fransız lisesi olanından.
Bir telaş görmek istedim karanlık bir Beyoğlu sabahında.
Bir kara çelenk, bir Dolmabahçe, bir ihanet karanfili…
Neler denmezdi ki sana?
Kollarımda bir ürperti, boğazımda kuru bir düğüm okurken bir şiiri,
Bir kaybetmişlik, yakın bir canı,
Bir baba, bir dede, bir bilgili amca,
Bir öncü, bir anayasa kitabındaki türk diktatör,
Bir emsalsiz asker,
Bir sayısız maskülen varolan.
Bir sonsuzluk, bir İstanbul boğazı, bir soğuk kış sabahında,
İstiklal marşı haykırışı, bir tanımadığına dökülen gözyaşı,
Bir iftihar, bir inanç, bir ne çok şey.
Bir kocaman heykel, bir mozole, bir hatıra defteri,
Bir yaradılış kaynağı, bir koca borç,
Neler, ne kadarlar
Bir yakaya ilişmiş siyah beyaz fotoğraf,
Tercüme edemediğim imkansız bir sözcükler sahibi.
Babamız, hepimizin, kendini Türk hisseden her Osmanlının.
Elimde tek bir resmin bile yok şimdi.
Sözlerini beynimden söküp alamazlar.
Sanki bir İzmirli efe eliyle oymuş sözlerini aklıma,
Sanki bir kırmızı yazma başımda,
Sen, biz, ülkemiz, acı çeken insanlarımız,
Unuttuğumuz sayısız acılarımız,
Seni unutmuyorum, evet acı çekiyorum ama
Yokluğun acı vermiyor.
Bir bilsen ne acılar var şimdi bu topraklarda…
MERVE ARCASOY