6 Mayıs 2010 Perşembe

yaprak dökümü

yapmamam gereken birşeyi yaptım bugün. yaprak dökümünü izledim. unuttuklarımı hatırladım. aklıma zakkum çiçekleri geldi silivrideki. pembe zakkum çiçekleri...ben zakkum çiçeklerini çok severim.narin olmaz zakkum çiçekleri, ağaçlara benzer.diğer çiçekler gibi kısa boylu, kırılgan değildir.zehirlidir ve çok güzel kokar. bir şehirde, bir evde ne yaşanmışsa etrafdaki eşyalara siner olup bitenlerin kokusu. sesler ve kokular yokolmaz. duvarların dili yoktur ama gözlerin hafızası vardır. gözler fotoğrafa alır gördüklerini, bir bir saklar. bir eşya, bir obje görüldüğünde fotoğrafı size çıkarıp, gösterir. zakkum çiçekleri de bana bir sürü şey anlatır. silivri deki evimizi, o rutubet kokusunu, o gürültü, patırtıları...o haksız yere söylenen her sözü. ne yazık büyümemiş insanların elinde büyümek ve haksızlığa uğramak. oradan oraya savrulmak, başkalarının doğrularına katlanmak...çocukluğum orada geçti, her yıl yaz mevsiminde geldiğinde orada buldum kendim. söğüt ağacımız vardı. bahçedeki musluğun yanında akşam sefaları çıkardı. çok severdim ben akşam sefalarını. çam ağacımız vardı. çam ağacı benim için farksızdı bir köpek yavrusundan. bizimle yemek yermiş gibiydi. sabahları soğuk olurdu, gazete kokardı masa örtüsü sabahları. soğuk yorganın içine içine giriverirdi. akşam olduğunda ateş böcekleri sarardı etrafı. çekirgeler basardı caddeleri. baykuşlar gelirdi elektrik direklerinin tepesine. kuşlar uçardı sürü halinde. karıncalar olurdu her yerde. dakikalarca karınca izlediğim zamanlar olurdu. o bahçe kapısı, o şimşirler...konuşabilseler konuşurlardı. ellerinden birşey gelmiyor. ben düşünüyorum şimdi. görüyorum yapılan yanlışları. kendi payıma birşey düşmüyor. ama o evde, o bahçede çiçekler ve ağaçlar dışında birileri vardı ve hatalıydılar. hata ettiler. gereksiz yere neler olup bitti. ne huzursuzluklar...üzerime yapıştı suçluluk duygusu. o günlerden bu güne neler kaldı ben de. suçluluk, kabahat işlemiş bir ruh, tembellik...neler neler etiketlendi. o evde sağ kolumun içine barkotlar basıldı benim, günün her saati. tembellik, aptallık...hiçbiri bana ait değildi. esas sahipleri böyle arındırdılar ruhlarını. kendi hatalarını kız çocuklarından çıkardılar. dünyanın sonu hergün orada geliyormuş gibi...neden ordaydık? amacımız neydi? yaz tatili... o huzursuzluk kemirdi içimi. şimdi barkotları silmek mümkün değil. başkalarının hayatları yüzünden, biz damgalandık. güzel olan herşey o eve dair, buruk. o bağırışmalar...manasız konuşmalar...insanoğlu büyümüyor demekki...
şimdi bu diziyi izleyince görüyorum.sinirleniyorum. o kadar çok haksız yere kötülük gördüm ki. söylesem de boş söylemesem de...kimse üstüne alınmaz. herkes haklı sanır kendini. cin olmadan adam çarptım sanır. insanın kalbinin kırılması falan mühim değil. ama ruh hali bir bozuldu mu, düzelmez., düzelmiyor. ezbere biliyorum o evi, her eşyasını. bahçesindeki otları nasıl yolduğumu, toprağı nasıl eşelediğimi. ne istiyorlardı ? bunu soruyorum şimdi, o evden, o bahçeden başka ne isterdi insan? geceleri yıldızlar evin içine girecek gibi olurdu. çok severdim geceleri soğuk olmasını.gecenin bir sesi vardı. rüzgarın bir sesi, bahçe kapılarının, yürüyen insanların, tahta pencereyi kapattığımızda çıkan ses,...en çok orada görürdüm kayan yıldızları, kim bilir ne saçma sapan dileklerim vardı.çocukluk işte. şimdi hiç geri gelir mi? geri gelir mi o yıllar, 90'lar. perdeden gözükmeyen televizyon, plastik beyaz masamız, duvarımızdaki kağıt...siyah saplı kaşıklarımız, melamin tabaklarımız...hepsinin bir değeri var benim için. elimde olsa gene oraya giderim, çıkmam o bahçeden. o eşyaların hakettiği bir ev ahalisi olmalı, başka insanlar olmalı. ama kendimin olmadığı şekilde hayal edemiyorum o balkonu. çalı süpürgesi, topladığım taşlar, gece lambamız yemek masasına koyduğumuz, masa örtülerimiz, küçük cam bardaklarımız, rafta duran iki kupamız, biri sarı biri kırmızı...orada izlediğimiz programlar. bir türlü düzgün göstermeyen kanallar. show tv ve star tv.herşey ne kadar çok değişti. yapayalnız o ev. eşyalar öksüz, yetim ve arkadaşsız. orada yapığım resimler, boyama defterlerim, ilk okuduğum kitaplar, çözdüğüm testler...bahçeye çıkarken bastığımız iki farklı renkteki, üstüste duran biri krem biri ondan daha koyu renki taş.kocaman taşlar...kahverengi saksılarımız...güneşte solan minderler, perdeler. insanların derdi neymiş? anlayamıyorum. anlıyorum da. sevmediğin zaman böyle demekki. sevmediğin insanları hangi eve koyarsan koy olmuyor. birbirini sevmeyen insanların derdi bunlar. bana öyle geliyor. burnumda şuan oradaki pikelerin kokusu. kırmızı beyaz desenli pikeler, mavili beyazlı pikeler, çarşaflarımız...evi gezdirebilirim aklımın içine girmiş birine. her yerden çıkan böcekler, örümcekler, örümcek ağları...sesi ve görüntüsüyle beni deli eden püsküller...ben geliyorum diye haber veren püsküller geçenin.üç beş objemiz, porselenden, camdan...
O eve yazık, o evde aylarını geçirmiş küçük bana da...çam ağacı mutfak dolaplarımız, rüyama giriyorsunuz bazen. ilk türk kahvesi yapmayı, o evde öğrendim. orada duydum binbir türlü safsata kahve fallarında. neyi merak ediyordu ben de şimdi bunu merak ediyorum. neyi? ne çıkabilirdi ki kahve falında? o evde ve o evden sonra manevi hiçbir şey artmadı hayatımızda. gerilere, çok gerilere gittik. ben bile idrak ediyorum. ama yok. düşünmeyin siz hiç. hata hiç sizde olur mu? olmaz. inşallah ileride sizden başka insanlarla o evde olurum, suçluluk duymadan, huzursuz olmadan ve deli bakışlara maruz kalmadan. içimde tutmuyorum, söylemekten de sakınca duymuyorum. bak seneler nasıl da geçti...kaldı mı geriye birşey eski halinizden? o yatak odasındaki aynaya gidip baksak kimleri görürüz? o evdeki çocuklardan eser kalmadı.

Hiç yorum yok: